TARİHTEN NOTLAR
102 Sene Memurluk
Biliyorsunuz, en uzun yaşayan Zaro Ağa kendi ifadesine göre 160 sene yaşamıştır. Tophanede bulunan Nusretiye Câmi’inin temelinin atıldığında bu inşaatta hamallık yapmış bir asırdan fazla İstanbulda oturmuştur. Türkçeyi doğru dürüst konuşamazdı.
Tophane muhasebecisi Hacı Hüsnü Efendi, 1909 da 122 yaşında vefât etti. Bu kişi, Osmanlı memurları arasında hizmet rekoru kırmıştır. Tophâne Muhasebesi kalemine 12 yaşında girmiş ve fâsılasız 102 sene memuriyette bulunmuştur.
2.Cihân Harbi'nin Sonu
İnsanlık târihi boyunca yapılan savaşların en kanlısı olan II. Dünya Savaşı, 8 Mayıs 1945’de bitmişti. 38 milyon kadar insanın öldüğü bu savaşta, en çok kayba uğrayan devletler ve can kayıpları şöyledir:
Rusya Almanya Polonya Yugoslavya Japonya Fransa İngiltere
1.7000000 6.000000 5.800000 1.600000 2.000000 570 000 400 000
Abdülhamîd Hân'ın 40 Yıllık Sırrı
Sultan Abdülhamîd Hân’ın hâtırâtından:
"Musâhibim iki gündür neden yazılara devam etmediğimizi sordu durdu; Düşünüyorum. Vatanımın nereden nereye gittiğini düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak hâline geldi. Vebâli kimin? Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar? Vatan elden gittikten sonra. Kırk yıldır büyük devletlerin birbiriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlı’nın bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhât ki, ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idâre edenler de akıldan ve basîretten uzaklaşmışlardı. Beklediğim büyük bir fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlı’nın elinden çıktı gitti. Otuz küsur yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi! Saltanatım günlerinde bâzı büyük devletlere taviz vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Haliç’e kapamış, tâlime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girit’i İngilizler’e kaptırmamak için Yunan Muhârebesi’ni göze almışsam, bunun içindi. Velhasıl 30 küsur yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da bunun içindi! Bu sırrı 40 yıl içimde sakladım. Gelecek kuşaklara beni tanımaları için anlatacağım..."
Akıncılar
Rumeli’de Lala Şahin Paşa ile başlayan Rumeli Akınları, Edirne feth edilip merkezî hükümet buraya alınınca, Edirne’yi emniyet altında tutabilmek için, Akıncı Beyleri’nin sayılarının arttırılmasına ihtiyâç görüldü. Akıncılar, hangi beye bağlı iseler, o beyin adıyle anılırlardı. "Evrenoslu", "Mihallı", "Turahanlı"... gibi. Akıncı Beyleri’nin başlıca görevi, düşman arâzisine birkaç koldan âni ve peşi peşine seri akınlar yaparak düşmanı korkutmak, ganîmet almak, bilgi toplamak, düşman kuvvetlerini dağıtmak, hazırlanmakta olan Türk ordusuna vakit kazandırmak gibi görevlerdi. Pâdişah veya ordu başkumandanı Edirne’de hazırladığı ordu ile uc’a yaklaşınca, ilk önce bu bölgenin uç ve akıncı beyinden bilgi alır, ona göre hareketini planlardı. Rumeli’deki Akıncı Beyleri’ne belirli bölgeler verilmişti. Malkoçoğulları Silistre’de, Mihâiloğulları Niğbolu’da, Firuzoğulları Vidin’de, Paşayiğitoğulları Yugoslavya’da, Turahanoğulları Tesalya’da, Evrenosoğulları Arnavutluk’ta... Akıncı beylerinin emrindeki akıncıların mevcudu belirli değildi. Savaş olunca artar, savaş bitince azaltılırdı. Bütün akıncılar vergi vermekten muaf idiler. Kânûnî Sultan Süleyman 1532’de Almanya savaşına giderken, Belgrad yakınındaki Serem adasında, Pâdişah ile buluşan ve 9 Temmuz 1532 günü akın için ileri giden Mihâiloğlu Mehmed Bey’in 40-50 bin süvârisi bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetler etmiş olan akıncılar, Sultan III. Murad Hân’ın sadrâzamı Sinan Paşa’nın Eflak’ta yaptığı savaşta kırılıp çok azı kurtulabildi. O târihten sonra akıncılık teşkilâtı bir daha o eski gücüne kavuşamadı. O târihten sonra akıncılık görevi, Kırım Hânları’na verildi. 1625 yılında mevcutları, ancak 2-3 bin kişi kadardı.
Altın Dolu Kundura
Fakir bir kadıncağız, bir beyin yanında hizmet eden fakir, kimsesiz bir erkek çocuğunu, soğuk bir kış gününde yalınayak yürürken gördü. Bu hâle çok üzülüp, partal bir çift kundurayı çocuğa verdi. Çocuğun adı Yusuf idi. Zamanla yokluklara rağmen okudu ve İstanbul’a geldi. Dürüstlük ve çalışkanlığı ile âmirlerine kendisini sevdirdi. Saraya kabul olundu. Zaman geldi Osmanlı Devleti’nin Kaptan-ı Deryâ’sı oldu. Yâni Deniz Kuvvetleri Komutanı. Bu Kaptan-ı Derya, Hanya fâtihi Silahdâr Yusuf Paşadır. Vaktiyle kendisine iyilik yapan hanımı hiç unutmamıştı. Bir gün ona, içi altın dolu bir çift patal kundura gönderdi. Bir pusulaya da şunları yazdı: "Anacığım, buzdan donmuş ayaklarına bu kunduraları giydirdiğin o fakir çocuk, sana borcunu ödemeye çalışıyor. Lütfen hakkını helâl et! Beni duâlarından unutma!"
Avrupa'da Tıb
Hıristiyanlığın en revaçta olduğu Ortaçağ’da, büyük tıp âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs’e tıp tahsîl etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. O zamanki Avrupa’da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı 15. Louis 1774’de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Napolyon 1798’de Akkâ Kalesi’ni muhâsara etdiği zaman, ordusunda vebâ hastalığı meydana çıkmış ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir: "Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden yaraları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veyâ hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar." Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar Avrupalılar hastalıklara karşı tamâmen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak, Kur’ân-ı kerîmde emrolunduğu gibi gayret ederek, bugünkü tıp ilmini öğrendiler.
Belgrad'dan Bağdat'a
Hadis-i şerifte; "Bir kimse ölünce ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmi bir eseri, kendisine arkasından duâ eden hayırlı bir evladı olan." buyurulmuştur. Resulullahın, birer "sadaka-i câriye" olan, yâni devamlı sevap getiren vakıf sahiplerinin amel defterlerinin kapanmayıp, daima sevaplar yazılacağını, hayır sahibi müslümanların mezarlarında kemikleri çürümüş olsa bile, vakıflarından istifade edildiği müddetçe bu sevaptan hissedar olacaklarını haber vermesi üzerine; Osmanlı zenginleri, fakirlerin karınlarını doyuracakları aşhâneler, talebelerin barınacakları yurtlar, medreseler, hatta yolcuların istirahat edebilecekleri kervansaraylar inşa’ ettirerek, bunları millet hayrına vakfetmişlerdir. Evliya Çelebi, Belgrad’dan Bağdat’a gitmek üzere yola çıkan fakir bir kimsenin, yeme-içme dahil beş kuruş harcamadan, huzur içinde yolculuk yapabildiğini yazmaktadır. İşte gerçek seyahat hürriyeti budur. Seyahat hürriyeti olup, adamın cebinde gezecek parası yoksa, bu nasıl seyahat etsin? Vakıf kervansarayların kapıları akşama kadar açık durur, ortalık karardıktan sonra kapılar kapanır, vakıf sahibinin vazifelendirdiği kapıcılar, kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldiğinde, kapıları açıp yolcuyu içeri alırlar; vakıftan, hayvan sahibinin hayvanına yem, kendilerine de yemek çıkarırlardı. Gece içeri gireni bir daha dışarı bırakmazlardı. Sabah olduğu zaman duâlarla kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada kervansarayın misâfirleri arasında dolaşan bir görevli bağırırdı: "Ey, Ümmet-i Muhammed! Maldan, candan, elbiseden eksiği olan var mı?" Bu soruya, kervansarayda misafir olan yolcular; "Hiçbir eksiğimiz yoktur. Her şeyimiz tamamdır. Allah vakıf sahibinin hayrını kabul etsin. Hayatta ise kendisine selâmet, vefât etmişse rahmet eylesin" derlerse, kapılar açılır, o zaman görevliler; "Öyleyse, Allah, giden ümmet-i Muhammed’e selametler, kalanlara ise rahatlar versin." derlerdi.
İstanbul'un İşgâli
16 Mart 1920’de güzel İstanbul’umuz Osmanlı Devleti’nin ve milletinin târihi düşmanı sömürgeci İngilizler tarafından, işgâl edildi. Şehrin caddelerinde düşman ordularının subayları, askerleri geziyor, bâzı evlerde düşman bayrakları dalgalanıyordu. Beyoğlu gibi azınlığın çoğunlukta olduğu semtlerde zafer şenlikleri düzenlenirken, Türkler’in oturdukları semtlerde halk kan ağlıyordu. İngiliz askerleri şafakla berâber Şehzâdebaşı’ndaki bir karakolumuzu basarak silâhsız bando erlerini süngüleriyle delik deşik etmişlerdi.
İzmir Vahşetine Yürek Dayanmaz
15.5.1919’da İzmir’i işgâl eden Yunan askerleri büyük bir tutuklama hareketine girişmişlerdi. Patris vapurunun güverte ve ambarları tıklım tıklım dolunca, çeşitli hanlar, dükkânlar, hapishâne yapılmıştı. Bunlarda tutuklu binlerce Türk, açlık, susuzluk içinde, işkenceler altında çile dolduruyorlardı. Zaman zaman ölülerle diriler bir arada kalacak, tırnakları sökülecek, çeşitli organları kesilecek, vücutları kızgın demirlerle dağlanacak, gözleri oyulacak, kulak ve burunları koparılacaktı. Birinci günü öldürülenlere, ikinci gün vurulanlar da eklenince, İzmir tam anlamıyle bir mezbahaya dönmüştü. Meydan ve önemli kavşaklarda cesetler üstüste yığılarak et ve kemikten küçük tepeler yapılmıştı. Limana atılmış olanların cesetleri, ertesi gün iç limanı sanki doldurmuştu. Zincirlerle bağlı polisler, kadınlar, sakatlar, hattâ kundaktaki bebekler bile görülmüştü. Hele kordon boyunun görünümü içler acısıydı. Şişmiş, morarmış, sinek ve böcek yuvası olmuş cesetler arasında, yakınlarını arayanlar feryatları en katı yürekleri bile etkilemişti. Harp Târihi Dâiresi 1/3 nolu Arşivin 72. dosyasında ilk 48 saat içinde 2 binden fazla Türk’ün öldürüldüğü kaydedilmişti. Cesetler günlerce yerde kalmış, götürülmesine izin verilmemişti. Direnenler ya zorla dipçik, süngü darbeleri arasında uzaklaştırılmış yahut ağladığı cesedin üzerine cansız bırakılmıştı.
Mum Donanması
... İstanbul’un fethinden önceki umumî hücûm için bütün hazırlıklarını tamamlayan Türk ordusu, 28 Mayıs akşam yemeğini müteâkip istirahate geçti. Güneş battıktan bir müddet sonra karanlık, İstanbul’u örttüğünde şehir halkı bir alev kümesinin ortasında kaldığını dehşetle farketti. Dört bir yanı alev alev yanıyordu. Hoca Sâdeddin Efendi bu manzarayı şöyle nakleder: "O gece pâdişah, zaferleri rehber edinen askerlerine kargı ve mızraklar üzerine meşâleler, şem’alar dikip ol yere batasıca kavmin karşısında mumlar yakarlar deyü buyurdu. Böylece meş’aleler gece karanlığında ışık salınca, yalın kılıçların çakıp parlatılmasına girişildi. Düşmana aman ve gediklerin örtülmesine zaman vermiyeler deyü, pâdişahın fermânı gereğince asker, kalenin önünü yaktıkları ateşlerle aydın ederek hisar duvarını da çerağlarla ışıklandırarak; sanki kırmızı, yeşil çiçekler, gül ve laleler ile çevreyi süsleyip gülşen eylediler. Her yerden tekbir sesleri ile geceyi şenlendirdiler. Şehâdet surları ile günahların görüntülerinden ellerini yudular. Ol gece cihânı aydınlatmak için tutuşturulan ateşlere, yıldızların gönderdikleri ışıklar da eklenince aydınlık o hâle geldi ki, gündüz gibi olan yörede, düşmanın kederlerle kararan gözleri hayretler içinde kalıp, dünya gözüne kara bahtı gibi simsiyah gözüktü." Bizans halkı bu ışık ve sesleri dehşet içerisinde izlerken tam gece yarısı olunca "Mum Donanması" bir anda söndü. Bütün ordugâh karanlığa gömüldü. Bu hâl müdâfiler ve Bizans halkı arasında daha büyük bir moral çöküntüsü meydana getirdi. Bundan sonra bir buçuk saat kadar yalnız topların sesi işitildi. Gece yarısından iki saat sonra boru, tabl ve nakkâreler harp havası çalmağa başladılar. Ardından Osmanlı hücum kolları Allah Allah sadâları ile surlara saldırdılar...
Ridâniye Zaferi
22 Ocak 1517’de Türk Ordusu, Memlükler’e karşı Kâhire yakınındaki Ridâniye Savaşı’nı kazanmıştı. Yavuz Sultan Selîm Hân’ın kumandasındaki ordu, Mercidabık Zaferi’nden sonra, Ridâniye’de kazandığı bu zaferle Mısır’ın fethini tamamladı. Sultan Selîm Hân’a, Mısır’la birlikte halîfelik de teslim edildi. Bundan sonra tam 407 yıl halîfelik Osmanlı Hânedânı’nın elinde kaldı. Mısır, Mekke ve Medîne’de bulunan birçok mukaddes emânet de, bu sırada Selîm Hân’a teslim edildi. Bunlar, İstanbul’a getirilip, özel olarak yaptırılan Mukaddes Emânetler Dâiresi’ne konulup ziyârete açılmıştır.
Sarayda Kadir Gecesi Alayı
Harem’in târihini yazan Çağatay Uluçay şöyle anlatıyor: "Ramazan’ın 27. gecesi Kadir Alayı düzenlenirdi. Kadir Alayı, 19. ve 20. yüzyıllarda, Sultan II. Mahmud Hân’ın yaptırdığı Tophâne’deki Nusretiye Câmii ile Yıldız’daki Hamîdiyye Câmii meydanında yapılırdı. Gece, çevresi renkli fenerler ve fânuslarla donatılan câmi meydanı, bir ışık dünyası hâline gelirdi. Hava kararmadan önce, Harem’de bulunan kadınlar ve sultanlar iki atın çektiği arabalara binerler, meydanda kendilerine ayrılan yerlerde dururlardı. Arabalardan inmezlerdi. Arabaların perdeleri inik dururdu. Her arabaya gümüş tepsilerle iftâriye, yemek, meyve, yaz ise dondurma, kahve... gibi şeyler dağıtılırdı. Harem ile alayın geçeceği meydana kadar olan yol, renkli kandiller ve fenerlerle donatılırdı. Harem arabalarının önlerinde ikişer kavas, gümüş kaplamalı deri fenerleri taşırlardı. Pâdişah câmie girdikten sonra meydanda bulunan askerlere büyük pideler ve şerbetler dağıtılırdı. Terâvih namazı bitinceye kadar, meydanda atılan fişekler, seyredilirdi. Namazdan sonra kadınefendiler ve sultanlar, şehirdeki şenlikleri seyretmek için kısa bir tur yaparlar, sonra saraya dönerlerdi..." Saray halkı, Ramazanda ayrıca Topkapı Sarayı’nda bulunan Hırka-i Saâdet’i de ziyâret ederdi. Ramazanın 15. günü yapılan bu ziyâret sırasında, kadınefendiler, vâlide sultan, sultanlar, usta ve kalfalar en güzel elbiselerini giyerler ve Emânât-i Mukaddese Dâiresi’nde sıraya girerek, bir masanın üzerine çıkarılan bohca içindeki Hırka-i Saâdet’e yüz sürer, salavât okur ve duâ ederlerdi.
Sporcu Pâdişâh 4.Murad Hân
Osmanlı pâdişahlarından, sporculuğu bakımından en fazla isim yapan Sultan IV. Murad Hân’dır. Geniş omuzlu, iri kemikli, uzun boylu ve son derece kuvvetli olan IV. Murad Hân, kılıç, ok ve mızrağı ustalıkla kullanır, inanılmayacak başarılar gösterirdi. Silâhdarı, Musa Paşa’yı, bir gün kuşağından kavrayıp sağ eliyle havaya kaldırmış, Hasoda’yı birkaç defâ o vaziyette dolaştırıp, hiç yorgunluk eseri göstermeden yere indirmişti. 200 okka (256.5 kg) ağırlığındaki gürzlerle idman yapardı. Hind elçisinin, kurşun ve ok işlemez, diye getirdiği gergedan derisinden yapılma kalkanı, önce kısa mızrak ile sonra da ok atıp 2 yerinden delmişti. Ciritle deldiği 8 Arnavut kalkanını Budin’in Beç Kapısı’na astırmış, yine ok sapladığı 12 zırhı Kahire’ye göndermişti. Attığı ok, tüfek mermisinden uzağa giderdi. Okmeydanı’nda 706.5 m. ok atmış, namına nişan taşı diktirmişti. Topkapı Sarayı’ndaki demir-gümüş karışımından kapıyı okla delmişti. Osmanlı pâdişahları gelenek olarak 9 at beslerken, o cirit oyunları için 40 at bulundururdu. Koşu hâlinde iken, bir attan diğerine atlardı.
Târihî Hatâ
Sultan 2. Abdülhamid Hân’a hâl’ini tebliğ edecek heyetin seçiminde de İttihatçılar, ihânete varan bir hatâ işlediler. Seçilen heyet, A’yân Meclisi’nden Ermeni Aram, Bahriye Feriki Ârif Hikmet Paşa, Selânik mebûsu Yahudi Emânuel Karasu ve Arnavut Esad Toptanî’den meydana geliyordu. Ermeni Aram’ın düşmanlığı, Abdülhamid Hân’ın Anadolu’da bir Ermenistan kurdurmamış olmasıdır. Heyette Türk yoktu. Yahudi Emânuel Karasu, Türk düşmanlığı ile meşhurdur. Arnavut Esâd Toptanî efendisinden sonra Türkiye’ye de ihânet etmiştir. Ârif Hikmet’in ise soyu karışıktır. Pâdişah, hâl’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, Mâbeyn Başkâtibi Cevad Bey’e sorup öğrenince; "Bir Türk Pâdişahına, İslâm halîfesine hâl’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?" demiştir.
Türklerde Doğruluk
Bu muazzam pâyitahtta (İstanbul’da) dükkâncı herkesçe namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve gece evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatıldığı hâlde, senede yalnız 4 hırsızlık vak’ası bile olmaz. Ahâlisi sırf Hıristiyanlardan mürekkep olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinâyet vak’aları duyulmayan gün geçmez. Taşralarda da iffet ve istikâmet ayni derecededir. Son zamanlarda (Daily - News) gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen dinleyin: (Bugün kendi eşyamla, yol arkadaşım olan eski bir Macar zâbitinin eşyâsını taşımak için bir köylünün arabasını kiraladım. Sandıklar, port-mantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatağın hayâli bile mevcud olmadığı için, gece üstüne uzanmak üzere ben biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nâzik bir Türk bana refâkat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini koşumdan çıkarıp bizim bütün eşyâmızla berâber sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce dedim ki:
- Burada birisi kalmalı!
Yanımdaki Türk hayretle sordu:
- Niçin?
- Eşyâlarımızı beklemek için.
- Â! Ne lüzumu var. Eşyâlarınız bir hafta gece-gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.
Ben bu sözü kabul ettim ve döndüğümde her şeyi yerli-yerinde buldum. Şu noktayı da unutmamalı ki, o sırada İslâm askerleri mütemâdiyen gelip geçmekteydi... Bu vak’a bütün Londra kiliselerinin kürsülerinden Hıristiyanlara ilân edilmelidir; içlerinden bâzıları rüyâ gördüklerini zannedeceklerdir: Artık uykularından uyansınlar!)
Fransız Târihci A. Ubicini, 1855